Bas Jan Ader, 19 Nisan 1942 yılında, Hollanda’nın Winschoten kentinde dünyaya gelmiş; performans sanatçısı, video-art sanatçısı, fotoğraf sanatçısı, yönetmen ve oyuncudur. Bas Jan Ader’in 33 yıllık kısacık hayatına sığdırmayı başardığı bu çok yönlü kariyeri, benim kendisine duyduğum hayranlığın en önemli somut kanıtlarından birisidir. Kısa hayatına sığdırdığı bu çok yönlülük; bir yönetmen olarak, yönetmenliğini yaptığı projeler üzerinden özellikle ilgimi çekmeyi başarmıştır. ‘Primary Time’, ‘Nightfall’, ‘Broken Fall’, ‘Im Too Sad To Tell You…’, ‘Broken Fall’ (Geometric), ‘Fall 1’, ‘Fall 2’ Ader’in yönetmenliğini yaptığı başarılı projeler açısından örneklendirilebilir. Bas Jan Ader’in işlerini izlediğimizde; üzgünlüğü, başaramama hissiyatını, duygusallığı, hayatın üzücü gerçeklerini ne kadar başarılı yansıttığına tanıklık ederiz. Öyle ki, yaklaşık üç dakikalık ‘Im Too Sad To Tell You’ video-art projesinde, ilk saniyeden son saniyeye kadar Jan Ader’in hüznüne, gözyaşlarına, ağlamasına maruz bırakılırız. Jan Ader 1971 yılında Amerikan askerlerinin Vietnam’a giderek hayatlarını kaybettiği bir dönemde, bir grup hippi topluluğun bu duruma karşılık gösterdiği bir protesto eylemine tanıklık eder. ‘Im Too Sad To Tell You’ videosundaki gözyaşlarını da, etkilendiği bu protestonun ardından döktüğünü ifade eder. İnsanların gözlerinde gördüğü öfkeden etkilendiğini, onu duygusallığa iten şeyin bu unsur olduğunu dile getirir ve ardından şu sözleri söyler; ‘’Her öfkenin altında bir üzüntü vardır.’’ Jan Ader bu sözü ile aslında hepimizin içerisinde saklı, bilinçdışında kaybolmuş, ortaya çıkartılmaya çekinilen bastırılmış duygularımıza işaret ediyor. Gösterdiğimiz tepkiler gerçek hislerimizi ne kadar doğru ifade ediyor? Aslında olduğumuzu düşündüğümüz kişi miyiz? Ortaya koymaya çalıştığımız karakterin, duruşun kaynağı kalbimizde mi saklı, yoksa sadece dışarıdan gelecek tepkilere karşılık gösterdiğimiz bir savunma mekanizması mı? Ader’in bu sözünü düşündüğümde, kafamdaki tüm bu sorulara cevap bulabiliyorum. Kendimi daha iyi tanıdığımı, veya hiç tanıyamadığımı iliklerime kadar hissedebiliyorum. Çaresizlik, hüzün, yanılsama, hataya düşme, tüm bunların gerçek hayatın içinde daima var olmuş, mutluluğu öne çıkararak bastırılmaya çalışılmış gerçekler olduğunu düşünüyorum. Jan Ader; cesur ve dürüst tavrı, cüretkar üslubu, duygusal yapısı ve sanat aşkıyla tüm bu gerçekleri birçok sanat dalında halka yansıtmayı başarabilmiş, üstelik bunları 33 yıllık kısa hayatında gerçekleştirmeyi başarmış değerli bir sanatçıdır. Bu düşüncelerimden yola çıkarak; onun, hayatın salt gerçeklerine, kötülüğüne, zalimliğine karşı inandığı fikir ve görüşlerini hiçbir kaygı yaşamadan dile getirebilecek kadar cesur, bununla birlikte bütün bu duygularını bir paravan olarak kullanarak sanatına dökebilecek kadar başarılı bir sanatçı olduğunu düşünüyorum.
Bas
Jan Ader, başarılı video-art projelerinin yanı sıra, aynı zamanda çok önemli
bir performans sanatçısıydı. Onun en çok bilinen, en büyük ses getirmiş,
bununla birlikte hayatının sonunu da getirmiş gizemli performansının adı 1975
yılında gerçekleştirdiği Mucize Arayışında/ In Search of Miraculous’dur. Jan Ader, bu performansı kapsamında
Massachusetts’den İngiltere’ye, Atlantik Okyanusu’nun üzerinden küçük bir tekne
ile geçmeye çalışmıştır. Bu performansın kararını aldığında, birçok sanatçı Jan
Ader’e bunu yapmaması gerektiğini, bunun akıl işi bir performans olmadığını
dile getirmiştir. Jan Ader, tüm bu uyarılara kulak asmadı ve performansını
gerçekleştirdi. Ne kadar delice de olsa bu performansı yapmasını
anlayabiliyorum. Çünkü Jan Ader’in bir amacı vardı. Yazımın başımdan beri
ısrarla betimlediğim, onun hemen hemen bütün işlerinde gördüğümüz, -hayatın
gerçekleri olarak nitelendirebileceğimiz- hüzün, çaresizlik, melankoli, acı,
gözyaşı gibi başlıklar Jan Ader’in adeta kimliğiydi, tanımlanma biçimiydi. Jan
Ader; bu üzüntünün, acının, hüznün nedenini bulmak, tabiri caiz ise mutluluğa
ulaşmak için; 160.460.000km2 yüz
ölçümü ile, dünyanın en büyük ikinci okyanusu olan Atlantik Okyanusu’nu; kendi
iç sesini dinleyebileceği küçük bir gemi içerisinde, sadece değiştirmek
istediği duygu ve düşünceleri, ifade etmekten asla korkmadığı fikirleri ve
bütün cesareti ile birlikte karşısına alma başarısını gösterdi.
Atlantik
Okyanusu’na açılmasının üzerinden bir müddet sonra, İrlanda açıklarında
teknesinin enkaz parçalarına ulaşıldı. Bas Jan Ader’in bedenine dair en ufak
bir iz dahi bulunamadı. Büyük bir topluluk onun sanatı ile birlikte Atlantik
Okyanusu’nun derin sularına gömüldüğünü düşünürken, bir kısım sanatçı ise onun
ölmediğini, başka bir yerde, yeni bir hayata başladığı düşüncesindeydi.
Bedenine hiçbir zaman ulaşılamadığı için, ölümünden bu yana bu olay gizemini
korudu.
Bas
Jan Ader’in hapsolduğu üzüntüyü, hoşnut olmadığı duyguları değiştirmek, yeni
bir insan olmak, mutluluğa ulaşmak için tercih ettiği bu yol, aslında ufak bir
kesimin inandığı ‘başka bir yerde, yeni bir hayata başladı’ yargısına ikna
olmamı sağlıyor. Birçok felsefi görüşte, yeni bir hayat, yeni bir kimlik,
ölümün ardından gerçekleşen diriliş ile meydana gelir. Kendisini meditasyon
yoluna adamış bazı topluluklarda, aynı yolun yolcusu olmak isteyen bireyler;
bir kısım testlere tabi tutulur ve tüm zorlukları başarıyla geçerlerse yeni bir
hayata, üstün bir zekaya sahip olurlar. Belki Jan Ader’in ölümü, yeni bir
hayatının başlangıcıdır ve o yeni hayat, onun performanslarında, video-art
çalışmalarında, fotoğraflarında gördüğümüz; hüznün, çaresizliğin, melankolinin
var olmadığı, sadece ulaşmak istediği mutluluğu barındıran bir hayattır.
Her şeyimle her şeyine sarılıyorum bu günlerde,
Verebileceğim ne kaldı bilmiyorum.
Fikirlerim, duygularım, geçmişim, geleceğim ellerinde,
Sorgular, yönetir ve cezalandırır.
Her geçen gün, cezası daha bir çok geçmişe göre.
'İnsanlar kendi yaptıkları parmaklıkların ardında boğulmayı yeğliyor.' Çoktan toprağa karışmış, bedeni kemirilmiş; haz almadığım, yaşlı hayalperest bir bilgenin en doğru sözü. Kulağıma fısıldadı: parmaklıklar duyguları tasvir ediyor. Biliyorum ki; keyif veren bağımlılığın ardında zarar görmemek kaçınılmaz, saklananlar can veriyor. bu cümlenin sınırlarına gidersek pişmanlıkla karşılaşmak olası. Benim sınırlarım gibi. klasik dönemde yapılmış alelade bir tablo gibi, tuvalin anlık hınçla kakınç melankoliyi tasvir eden renkleri yarattığı bomboş bir sayfada gördüğüm birkaç parça duygu. şimdilerde onun gücünden beslenerek önümdeki bristol kağıda yazıyorum hislerimi. yarattığım eskiz tükeniyor, tüketiyor, tükenmez kalem dahi tükendi. her tükenişin ardında yeni bir gelişim, yeni bir sanat ve fikirler doğuyor. farkındayım. farkındalığım ayakta tuttu beni epey bir süre, onunla güç buldum, yaşadım, savaştım. mum ışığında yanan fikirler ışık tutuyor zihnime, yakıyor maziyi, hatırlatıyor geçmişi ve kanatıyor son bir kez daha. sonra bir sigara daha, biraz daha duman, biraz daha kayboluş. sigaranın dumanıyla rüzgara karışan, rüzgarın bir o yana bir bu yana savurduğu apollonik kimliğe bürünmeye uğraş eden insan, vardığı noktada beraberinde birçok toprak getirecek. kir değil, gerçek. er geç bilinecek.
Var olan melankoli sıkıntıdan doğan arkaik bir histi, ister inan, ister inanma. istemesin bir süre. bir bağımlılığı, bir dişiliği var. gücünü histeri ile besler ve zihni zorlamak adına elinden gelen her şeyi yapar. Gönülden olmasa da, kininden gelen bir cömertlik. Bütün ayrılıklar, bütün acılar, hayata dair her şey; gecenin karanlığına hapsolmuş ruhlar, kırık camlar üzerinde kan kırmızı duvara sıkışmış spiraller çiziyor. tek bir temas, tek bir his uğruna savaşır, ağlar, çırpınır; duvarları boyar sahibi olmak istediği hiç var olmamış et parçasının damarlarından geçen sıvı ile. yaralanır, hissetmez. acır, acı nedir bilmeyen ruhun gözlerinden akan tek bir damla yaşa, vurur kafasını taşa ve dua eder kurtulmak için arşa.
Baktığım yerden bıktığım duyguları eleştirdiğim hayatımla eşleşmiş bir başka silsile, yabancılaşıyorum. gözlerine bakarak hikayelerini okumak, hikayeler yazmak düş dünyalarına, hayallerine. yorucu ve sancılı bu dönemde, sanırım yaşlanıyorum. yaş almak, bir beyaz kıl kökü daha elde etmek ne kadar cazip, ne kadar çaresiz, ne kadar yaş akıtır, ne kadar büyütür bilmiyorum. fakat seviyorum, seviyorum bir başka acı ile daha yaşlanmayı. Ağlayarak sindirdiğim bize muhalif geçmişi sildiğim tek bir gece. yanımda bir sıcak bira ve son nefeslik tütün sigara. imrenerek baktığım sanatçının 'yıldızlı gece'de yaptığı resmi izliyorum. öğreniyorum turunç sakallı bilgenin kesik kulağından damlayan pıhtılaşmış kanın döküldüğü geceden, bir yaş daha büyüyorum. göç yolları arıyorum sensiz yaşamın kahrından, ağlayan gökyüzünün yaşam vadettiği yalnız bir fidanın hayatından ve hiç baba sevgisi görmemiş kimsesiz bir sübyanın acısından. korkuyorum, korkuyorum enkaz altında kalmış bütün hayallerin sancısından.
A.
Hayvanlar ve
insanlar yaratılışları gereği; olaylar, durumlar, ifadeler, davranışlar vb.
karşısında tepki verir. Bu tepkiler söz konusu canlının yaşadığı olaylar
silsilesi ile bağıntılı olarak; olumlu veya olumsuz, sert veya ılımlı, dostça
veya düşmanca reaksiyonlar olabilmektedir. Bu tepkilerin dışavurumu neticesinde
ortaya çıkan eylemler, bahsi geçen canlının; mantık, vicdan ve kişilik
kavramları ile yönetilir. İnsanlarda hayvanlara kıyasla; kültür, eğitim, aile,
ahlak, kişilik gibi kavramların varlığı, olaylar karşısında verilmesi muhtemel
tepkilerin şekillenme hususunda önemli rol oynar.
Bu yazının konusu,
‘Hayvanlar’ başta olmak üzere, diğer bütün canlılara kıyasla -mantık ve vicdan
kavramları başta olmak üzere- çok daha gelişmiş ve donanımlı olduğu bilinen
‘insan’ türünün, ‘savunmasız bir canlıya karşı’ gösterdiği tepkilerin, bir ‘hayvan’
olan kır kurdunun verdiği tepkiler ile kıyaslanmasıdır. Bu kıyaslamanın etkisinin;
Fluxus Ekolünün en önemli isimlerinden Joseph Beuys’un ‘’I Like America and
America Likes Me’’ isimli performansı ile, performans sanatının en önemli kadın
temsilcilerinden Marina Abromovic’in ‘’Rhythm 0’’ performansı bağlamında
yansıtılması amaçlanmaktadır. Bu amacın beraberinde, söz konusu performans
sahipleri Beuys ve Abramovic’in hayatına ve çalışmalarına değinilecektir.
Joseph Beuys 1921
yılında Almanya’nın Krefeld kentinde dünyaya gelmiş, Fluxus akımının en önemli
temsilcileri arasında gösterilen Alman performans sanatçısıdır. Bahsi geçen
‘Fluxus’ akımının temel gayesi; sanatta devrimci bir akım başlatmak, sanatı ölü
yanlarından ayrıştırmak, ‘’sanatı burjuva hastalıklarından kurtarmak (George Maciunas,
Fluxus Manifestosu)’’ olsa da, Fluxus sanatçıları aslında sanatı değiştirmekten
ziyade, hayatı değiştirmek ile ilgilenmektedirler. Bu değişimi sağlamak için
temel dayanakları sanattır, sanatın gücünden beslenirler. Sanatçılar hayatın
kendisine, gündelik yaşamın etkilerine odaklanmıştır. Bu sebep ile yaşamda
olumsuz etki ve tahribata sebep olan; siyasi, çevresel, sosyal vb. konularda
daima eleştirel bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu eleştiriyi; kimi zaman
hayatın en içinden, en yaygın olarak görülen ‘materyallerin’ kullanımı ile
ortaya koydukları performans, kimi zaman ise bedenleri üzerinden yaptıkları
tahribata dayalı performanslar ile yansıtırlar.
Beuys,
gerçekleştirdiği eylemlerde politik görüşlerine yer vermekten, politize
olmaktan asla çekinmemiştir. Çoğu eyleminde siyasi görüşlerini ortaya koymuş,
karşıt olduğu görüşleri ağır bir dille fakat oldukça zekice eleştirmeyi
başarmıştır. Bunun yanı sıra, sanatçının en ilginç özelliklerinden bir tanesi Şamanizm’e
doğrudan duyduğu ilgidir. Birçok performans sanatında bir şaman gibi
davrandığı, bir sanatçı ile bir şamanın rolü arasındaki benzerliği gözler önüne
sermeyi amaçladığı bilinmektedir.
‘’I Like America
and America Likes Me’’ isimli performans sanatında; Beuys’u, keçelere sarılmış
bir biçimde görürüz. Aynı zamanda elinde ‘asa’ olarak tasvir edebileceğimiz bir
sopa bulunmaktadır. Keçeleri vücudunun tamamını kapatmak için kullanması, onun
fiziksel formunu gizleme gayesine hizmet etmektedir. Tüm bunlar Şamanizm ile
doğrudan ilgilidir ve Şamanizm’i yansıtır.
Beuys’un şamanlığa
duyduğu ilginin temel sebebi, I. Dünya Savaşı sırasında yaşadığı trajik bir
olaya dayanmaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında savaş pilotu olarak görev alan
Beuys’un uçağı Kırım yakınlarında bir kırsala düşmüştür. Kırım Tatarları, keçe
ve iç yağı ile yaralarını sararak, Beuys’un hayatını kurtarmışlardır. Hayata
dönen Beuys’un, yaşadığı bu olay ile birlikte sanatçı kimliği, bakış açısı ve
eleştiri tarzı yeni bir form kazanmıştır. Sanatçının fikir ve görüşlerini önemli
derecede etkileyen bu olay, onun büründüğü ve sıklıkla kullandığı Şaman
imgesini net bir biçimde ifade etmektedir.
‘‘I Like America
and Amerika Likes Me’’ performansında Beuys, kendini keçelere sararak, asası
ile birlikte evinden çıkar. Bir ambulans aracılığı ile uçağına ulaşır ve
Amerika’nın New York kentine doğru yol alır. Amerika’ya ulaştığında; Amerikan
toprağına ayağını basmadan, vücuduna gün ışığı dahi değmeden, performansı için
özel olarak hazırlatmış olduğu galeriye girer. Beuys’un performans sanatını
gerçekleştireceği bu galerinin bir kısmı demir parmaklıklar ile ayrılmış
vaziyettedir. Parmaklıkların bir ucunda Beuys ile kır kurdu bulunurken, diğer
kısmında performans sanatını izlemek isteyen seyircilere yer verilmiştir.
Beuys’un bu çalışmasında kullanmış olduğu imgeler ve metaforlar çok değerlidir.
Onun keçe ve asa ile bürünmüş olduğu Şaman formu ve bununla bağıntılı olarak
kullandığı Şaman imgesi; nesneler ve canlılardan enerji alıp, nesneler ve
canlılara yeni anlamlar kazandıran şaman rolünün temsilidir. Bununla birlikte
yaşadığı trajik olayın ardından benimsediği felsefe ve büründüğü kimliğin de
bir dışavurumudur. Kır kurdu, Amerika’yı temsil eden bir metafordur. Beuys bu
çalışmasında; Amerika’yı, tehlikeli ve vahşi bir hayvan olarak ifade etmektedir.
Beuys, keçelerine sarılmış bir biçimde bu hayvanın yanına girdiğinde, ilk
etapta bir süre hareketsiz kalır. Kurdun kendisinin varlığına alışmasını
bekler. Hareketsiz kaldığı süre boyunca kurdun Beuys’a karşı herhangi bir
saldırıda bulunmadığı gözlemlenir. Fakat, Beuys’un özgürlüğünü eline aldığı
-hareket ettiği- ilk anda, kurt saldırır ve Beuys’u bacağından yaralar.
Beuys’un vermek istediği mesaj açık ve nettir: Amerika ilk bakışta bir dost
gibidir, onunla birlikte vakit geçirmek mümkündür. Fakat özgürlüğünüzü elinize
almaya başladığınızı hissettiği ilk anda size saldırır. Bu performans, Beuys’un
politik görüşlerini açık ve net şekilde ifade ettiği önemli çalışmalarından bir
tanesidir. Yapmış olduğu eleştiriyi, önemli imgeler ve metaforlar eşliğinde, performansına başarılı bir şekilde empoze
edişi bu performansı değerli kılar.
Marina Abramovic,
30 Kasım 1946 yılında Yugoslavya’nın Belgrad şehrinde dünyaya gelmiştir.
Kendisini performans sanatının büyükannesi olarak tanımlar. Performans
sanatının en popüler ve başarılı kadın temsilcilerinden birisidir. Performans
sanatçısı kimliğinin haricinde, yazar ve yönetmendir. MAI (Maria Abramovic
Institute)’nin kurucusudur. Kurucusu olduğu bu oluşumda, kendi öğrencilerini
yetiştirmektedir. Abramovic gerçekleştirdiği birçok performansında ölüm
tehlikesi yaşamış, büyük tehlikeler atlatmıştır. Ortaya koymuş olduğu cesur
tavrı, performans sanatlarında fark edilmesi muhtemel ilk önemli ayrıntı olma
özelliği taşır. Bireysel performanslarının yanı sıra, Hayat arkadaşı Ulay ile
gerçekleştirmiş olduğu etkileyici performanslar ile zaman içerisinde performans
sanatının en önemli ve cesur kadın temsilcilerinden birisi haline gelmiştir.
Performanslarında sıklıkla vermeyi amaçladığı sosyolojik mesajlar, onun
eserlerini değerli kılan bir diğer özelliğidir.
‘Rhythm 0’ isimli performansı, aslında onun
insanlığa, insanın sahip olduğu en temel yapı olan ‘vicdanına’ yaptığı bir
eleştiridir. Bu performansta, Abramovic performans sanatını gerçekleştireceği
galeriye davet ettiği insanların karşısına geçer. Kendisini tamamen hareketsiz
ve savunmasız halde görürüz. Hemen önünde bir masa; masanın üzerinde ise 72
adet farklı obje bulunmaktadır. Bu objeler içerisinde; gül, üzüm, şarap, makas,
bıçak, silah gibi; insanların hem güzel tepkiler vermesine olanak sağlayacak,
hem de vahşi tepkiler vermesine olanak sağlayacak materyaller bulunmaktadır. Sanatçı
performansı sırasında giymiş olduğu kıyafetinin üzerine; ‘‘6 saat boyunca
ayakta duracağını, masadaki materyalleri kullanarak kendisine istedikleri her
şeyi yapabileceklerini, oluşabilecek bütün durumların sorumluluğunu kendisinin
aldığını’’ belirten bir not bırakır. Bu performans; düşünebilme yetisi ve
vicdanı ile diğer canlılardan ayrıştığı iddia edilen ‘gelişmiş’ insan türünün,
sanıldığı kadar ‘gelişmiş’ olup olmadığını ortaya koyması bakımından oldukça
elzem bir çalışmadır.
Performansın ilk
safhalarında; bireyler Abramovic’e karşı oldukça naziktir. Ona gül verirler,
sarılırlar, öperler, sevgilerini ifade edebilecekleri eylemlerde bulunurlar
fakat zaman geçtikçe vahşileşerek, saldırgan tavırlar sergilemeye başladıkları
görülür. Abramovic’in elbiselerini makas ile keserler, yüzünü boyarlar,
kucaklarına alıp sağdan sola taşırlar, yere iterler, jilet kullanarak onun
bedenine zarar verirler. Vahşiliğin boyutu saatler geçtikçe yükselir ve her
seferinde daha kötü bir hal alır. Bireylerden bir tanesi masanın üzerindeki
silahı eline alır ve silahı Abramovic’e doğrultur. Performans boyunca
seyirciler öylesine vicdan yoksunu, vahşi ve ilkel hareketler de bulunmuşlardır
ki; mermi dolu bir tabancayı ateşleyerek Abramovic’in hayatını elinden almak,
onlar için tehlikeli ve çekinilmesi gereken bir eylem olmaktan fazlasıyla
uzaktır. Galerinin sahibi bu durumun farkına vararak, eline silah almış olan
seyirciye müdahale eder ve silahı onun elinden alır. Oldukça vahşi ve insanlık
dışı 6 saatin sonunda Abramovic, bedeni kanlar içerisinde kalmış hali ile ilk
defa hareket eder. ‘‘Hareket ettiği, özgürlüğünü eline aldığı ilk anda’’
etraftaki insanlar kaçışır. Kendi yapmış oldukları eziyet ile, felaket ile
yüzleşmekten korkarlar.
Joseph Beuys’un,
Amerika’nın vahşiliğini, gaddarlığını, ilkelliğini temsil etmek için kullandığı
‘hayvan’ figürünün, Beuys’un yapmış olduğu eleştirinin ötesinde; aslında kendisini
tehlikede hissettiği için, karşısındaki canlının (Beuys’un) ona zarar
verebileceğini düşündüğünden mütedair, aslında kendisini koruma maksadı ile
saldırıda bulunduğu yadsınamaz bir gerçektir. Kurdun, Beuys’un özgürlüğünü
kısıtlamak, engellemek gibi bir amacı yoktur. Beuys’un bir ‘hayvan’ ile
özdeşleştirerek, özgürlüğünü elinden alma arzusu taşıdığını iddia ettiği varlık
zararsız bir ‘hayvan’ değil, ‘insan’ topluluklarının oluşturduğu Amerika’dır.
Marina
Abramovic’in deneyinde ise; oldukça gelişmiş, vicdan ve irade sahibi; kültür,
terbiye, eğitim, ahlak gibi kavramlara sahip olduğu iddia edilen ‘insan’
türünün, yalnız ve yalnızca kişisel zevkleri ve kendilerini tatmin etme
güdüleri ile hareket ederek savunmasız bir canlıya uyguladığı vahşet gözler
önüne serilmektedir. Zulme uğrayan canlı özgürlüğünden yoksundur, insan denilen
‘gelişmiş’ varlığa bu zulmü gösterme cesaretini veren de tam olarak budur.
Abramovic’in özgürlüğünü eline aldığı ilk an ise, bu yazı doğrultusunda vermek
istediğim mesaj açısından en kritik noktaya tekabül etmektedir: Onun savunmasız
haline işkence ederken akıl edemedikleri ‘‘vicdanlarının’’ esiri olur,
yüzleşmekten korkar, korkakça kaçınırlar.
Joseph Beuys’un ‘’
I Like America and America Likes Me’’ çalışmasındaki ‘hayvan’ türünün tepkileri
ile, Marina Abramovic’in ‘’Rhythm 0’’ performansındaki insan türünün
tepkilerini karşılaştırdığımızda, insanoğlunun sahip olduğunu iddia ettiği
bütün gelişmişlik kriterlerine karşılık gösterdiği bilinçli ve haz duyulan bir
vahşet yapısını benimsediğine tanıklık edilmektedir. Tüm bunlardan yola
çıkılarak şu soruyu sormamak imkansızdır: Kendisini, düşünebilme yetisi ve
vicdanı başta olmak üzere, bütün canlılardan üstün gören, her fırsatta daha
‘gelişmiş’ olduğunu iddia eden, hayvanların haklarını ve tepkilerini
ötekileştiren insanoğlunun, basit ve ilkel gördüğü; vahşi, tehlikeli, özgürlük
karşıtı sıfatları ile özdeşleştirdiği bir metafor olarak kullanılan hayvan
figürü, nasıl olur da bu denli gelişmiş, üstün bir varlıktan çok daha zararsız bir
yaşam sürebilir?
A.
Eleştirinin (critism) doğasında popülariteden, sıradanlıktan uzaklık yattığına inanırım. Bu yargım ilk bakışta gelişigüzel bir genelleme, inandırıcılıktan uzak bir basitlik olarak algılanabilir fakat bu inanışımı dayandırdığım çok güçlü bir olgu, bir tespit bulunmaktadır.
Film türleri, sinemanın doğuşundan kısa bir
süre sonra beyaz perdede kendilerine yer bulmayı başarmışlardır. Üstelik
sinemanın hem etkili bir anlatım sanatı olarak gelişim sürecinde, hem de ticari
olarak kalkınmasında çok büyük rol oynarlar. Fakat buna karşılık, ‘film
eleştirisi’ alanında incelemeye değer bulunmaları, oldukça uzun bir zaman
almıştır. Oldukça garip değil mi? Büyük bir üstat olarak nitelendirdiğim, fikir
ve görüşlerinden büyük ölçüde etkilendiğim ve fikir ve görüşlerimi,
söylemleriyle büyük ölçüde bağdaştırabildiğim hocam Sayın Zafer Özden, bu
durumu şöyle açıklıyor: ‘’Tür filmlerinin eleştirel alana girmesindeki
gecikmenin en belli başlı nedeni, Yüksek Sanat geleneğine bağlı olan
eleştirmenlerin tür filmlerini yeterli estetik niteliklere sahip filmler olarak
görmemeleri olmuştur. (Özden, Film Eleştirisinde Temel Yaklaşımlar ve Tür Filmi
Eleştirisi, sf. 213)’’
Bu yazımda, tür
sinemasının eleştirmenler tarafından fark edilmesinde çok büyük önem sahibi
olduğunu düşündüğüm ‘auteur’ kavramı çevresinde, tür sinemasının görmezden
gelinemeyecek kadar önemli ve büyük bir bölümüne hizmet eden Gerilim
Sinemasının en büyük temsilcisi, Auteur Yönetmen Alfred Hitchcock’u ve
filmlerinde uyguladığı ‘auterist’ tavrı eleştireceğim.
Hitchcock ve yapımlarını
‘auteur’ ile bağdaştırmadan önce, ilk olarak bahsi geçen ‘auteur’ kavramı
hakkında bilgi vermenin esas olduğunu düşünüyorum. Bu kavram halk tarafından
sıklıkla bilindiği gibi, ‘çok ünlü yönetmen’, ‘çok iyi yönetmen’ veya ‘farklı
yönetmen’ ibareleri ile açıklanmaktan çok uzaktır. Evet, çok iyi ve ünlü bir
yönetmen ‘auteur’ olabilir. Veyahut, kendisini diğer meslektaşlarından
sinemasal yetenekleri ile ayrıştırmayı başarmış bir yönetmen de ‘auteur’
olabilir fakat tek başına bunların hiçbiri yeterli değildir. ‘Auteur Yönetmen’
ünvanı; aslında bir nizamın, dengenin, çok yönlülüğün, öznelliğin ve sadakatin
ürünüdür. Bu söylemlerimin ilk etapta akıllarda soru işareti bırakma ihtimaline
karşılık, yüzeysellikten sıyrılıp biraz daha derinlemesine bir anlatım üslubuna
geçeceğim. Burada ‘sadakat’ ile tasvir ettiğim anlam, ‘auteur’ yönetmenlerinin
‘auteur’ olma gerekliliklerinden ve hatta görevlerinden bir tanesinin, ‘bir tür
sinemasına hizmet etmek’ olmasıdır. Tür sinemasına hizmet eden yönetmen, aynı
zamanda filminin; yönetmenlik, senaristlik, kurgu, sanat vb. filmle
ilişkilendirilebilecek bütün önemli adımlarında söz sahibi olmalıdır. Bu,
yönetmenin az önce bahsetmiş olduğum ‘çok yönlülüğüne’ tekabül eder. Kendi
fikir ve görüşlerini, inanışlarını, takıntılarını, arzularını, biçimsel ve
sanatsal bütün sinemasal kaygılarını filmine başarılı bir şekilde empoze eden
‘auteur’, ‘öznellik’ kavramına da bu ölçüde açıklık getirmeyi başarır. Az önce
bahsetmiş olduğum kavramlardan henüz açıklamadığım ‘nizam’ ve ’denge’ ise ‘auteur
yönetmeni’ açıklama hususunda en etkili olduğuna inandığım, birbirinden
ayrılmaz bir kavramlar bütünüdür. ‘Öznellik’ ifadesi altında açıklamış olduğum
yönetmen, bu özelliklerini filmine empoze ederken muazzam bir denge ve nizam
sağlaması gerekir. Aşırılığa kaçması, onu bağlı olduğu tür sinemasından
uzaklaştırarak ‘auteur’ olmaktan da uzaklaştırır. Sadeliğe bürünmesi, belki onu
bağlı olduğu tür sinemasına hizmet etme hususunda onaylar fakat diğer
meslektaşlarından kendini ayrıştıracağı, tabiri caizse ‘fark yaratacağı’ o
yapıyı kaybetmesine neden olur. Dolayısıyla hem benimsediği tür sinemasına
hizmet eden tavrını koruması, tür sineması kalıplarının dışına çıkmaması; hem
de fikir ve görüşlerini, biçimsel ve sanatsal sinema tavrını filmine empoze ettiği
yapıda başarılı olması, diğer yönetmenlere kıyasla ayrışması, fark yaratması
gerekmektedir. Tüm bunları başaran yönetmen, ‘Auteur’ ünvanının sahibi olur.
Tıpkı kendinden yıllar sonra dahi, adını ve ünvanını koruyan, sinemayı ve
sanatı geliştiren, geleceğe ve tür sinemasına ışık kaynağı olan ‘Master of
Suspense’ namı ile ün salmış Hitchcock gibi…
Hitchcock’un yapımlarında
sıklıkla işlediği, yönetmen kimliğini yansıtan, filmlerine empoze ettiği belli
başlı tema ve olgularını, Hitchcock’un yapımları çerçevesinde örneklendirerek
anlatmak; onun ‘Auteur’ kavramı ile ne ölçüde uyum sağladığının anlaşılır
kılınmasına olanak sağlayacaktır. Röntgencilik, suçluluk, gözetlemek,
sapkınlık, kadın düşmanlığı onun filmlerinde sıklıkla kullanmayı tercih ettiği
popüler temalarıdır. Müziğin, onun sinemasını tasvir etmek, hatta ve hatta
yükseltmek adına kullandığı en temel yapılardan birisi olduğu da yadsınamaz bir
gerçektir. Bernard Herrmann ile iş birliği halindedir, Herrmann’dan istediği
tınılar; korkuyu, gerilimi, beklenmeyen gelişmeyi tasvir etmesi ile birlikte;
romantizmi ve arzuyu da seyirciye hissettirir. Hitchcock’un filmlerinde
benimsediğini iddia ettiğim bu temel yapıları, Hitchcock’un 91 yıllık yaşamı
boyunca ürettiği 56 uzun metraj filmi üzerinden örnekler ile ilişkilendirmek,
onun ‘Auteur’ kavramına uyumunu ölçmemiz bakımından elzemdir.
Shadow of a Doubt (1943)
filminde gördüğümüz kadın düşmanı ‘Uncle Charlie’, Frenzy’de (1972) gördüğümüz
kadınlara tecavüz edip onları öldüren meyve satıcısı ‘Robert Rusk’, Psycho
(1960) filminde gördüğümüz Norman Bates ve duşta geçen meşhur kadın cinayeti ve
aynı temaya hizmet eden daha onlarca örnek sayılabilir. Hitchcock’un
filmlerinde, izleyiciyi tek bir karakterin perspektifine hapsedip, olayları
onun bakış açısından görme fırsatı sunan; röntgenci ve gözlemci bir yapı da
bulunmaktadır. Rear Window (1954), Lifeboat (1944), Rope (1948) yapımları bu
yapının en önemli örnekleridir. Rear Window’da, kamera bakış açısını sadece
Jimmy karakterinin perspektifiyle sınırlandıran Hitchcock, izleyiciyi
karakterin sahip olduğu özellikler ile özdeşletirmeye zorlar. Bunlardan en
temeli röntgenciliktir. Seyirci film boyunca, Jimmy’nin perspektifine öylesine maruz
bırakılır ki, filmin sonunda kendisini ahlaki bir huzursuzluk içerisinde
hissetmesi kaçınılmazdır. Bu örnekler, onun filmlerinde söylemde bulunduğum
temalar bağlamında kullandığı çekim ölçekleri ve kamera açılarını da açıklar.
Tüm bunlar o dönem sinemasında Hitchcock’a mahsus ve özneldir. Onu
İngiltere’nin en büyük yönetmeni yapan, gerilim ve korku sineması bağlamında
tür sinemasını ölümünden yıllar sonra dahi geliştirmesine olanak sağlayan temel
faktör de bu öznelliği, meslektaşlarından sıyrılarak ortaya koyduğu yenilikçi
tavrıdır. Onun sinemasında sahibi olduğu ‘Master of Suspense’ unvanından da
anlaşılacağı üzere, her an her dakika karşı koyulamaz bir gerilim
bulunmaktadır. Daha önce örneğini vermiş olduğum Shadow a Doubt (1943) filmindeki,
ünlü aktör Joseph Cotten tarafından canlandırılan ‘Uncle Charlie’ bütün
psikopatlığına, gerginliğine, kadın düşmanlığına rağmen film boyunca tek bir
kişiyi dahi öldürmez, yani bir katil değildir. Fakat buna karşılık film boyunca
izleyicide gerginlik yaratmayı, dehşete düşürmeyi büyük bir ustalıkla başarır.
O dönem, hatta günümüzde korku ve gerilim sinemasında ortaya koyulan
katil-dehşet ilişkisi düşünüldüğünde, bu denklemde ‘katil’ yapısından uzak
olmayı başarıp, dehşeti sonuna kadar seyirciyle buluşturması; Hitchcock’u, sinema
tarihi boyunca diğer meslektaşlarından ayırarak ‘auteur’ kavramı ile
bağdaştıran sayısız örneklerden sadece tek bir tanesidir.
Hitchcock’un; Rear Window
(1954), Dial M For Murder (1954), The Rope (1948), Lifeboat (1944) gibi
yapımlarında görülen ‘tek mekan’ sınırlaması; seyirciyi karakterlerin
perspektiflerine hapsetme, seyircinin karakterlerle kendini özdeşleştirmesi ve
buna bağlı olarak karakterin yaptığı davranışlardan suçluluk duyması, tüm bu
yapıyı destekleyecek, sıkıştırıcı fakat; detaylı gözleme, röntgene ve takibe
dayalı kamera hareketleri ve çekim açıları onun ‘auteur’ kavramı bağlamında
ifade edebileceğimiz öznelliğini, yaratıcılığını ve farkını ortaya koyan
özellikler silsilesinin devamıdır.
Müziği ihmal etmemenin,
müziğin anlatıma sunduğu büyük katkının bilincinde olan, ve bu bilinci
filmlerine empoze ederek kendisinden sonra gelen bütün sinema yapımlarına ışık
tutan Hitchcock; yaşamı boyunca sıklıkla çalıştığı ünlü besteci Bernard
Herrmann’ın tınılarını, film anlatımını desteklemek için kullanmıştır. Müzik
kullanımının anlatımı şahlandırdığı, gerilimi doruğa ulaştırdığı bu yapı,
Hitchcock’un Waltzes from Wienna (1934) adlı şahaserinde farkına vardığı, ve
hemen hemen bütün filmlerinde kullandığı müzikal bir anlatımdır. Waltzes from
Wienna, film ve müzik arasındaki yeni ilişkiyi araştırması, dahası bu
araştırmanın etkili sonucunu gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Bu
keşfediş, şahsi fikrimce Hitchcock’un Vertigo yapımında, Bernard Herrmann’ın
yarattığı efsanevi film müziğiyle doruk noktasına ulaşarak; müziğin, kurguya
dolayısıyla filme ve filmin desteklediği anlatıma olan etkisini, yükseltici
biçimde gözler önüne sermiştir.
Hitchcock’un, filmde
görselliğin gücüne dayalı ayrı bir obsesifi olduğunı ifade etmenin de yanlış
olmadığı kanaatindeyim. Nitekim o, sessiz sinemaya dayalı bir film
endüstrisinin içerisinden gelmiş, sağlam gözü ve hayal gücü olan önemli bir
yönetmendir. Sessiz sinemadan önce görsel yapının baskınlıkla önde olduğu bu
yapı üzerinde icraat gösteriyor oluşu, onun kariyerinin devamında ürettiği
yapımlarda da görselliğin ön planda olmasına sebebiyet vermiştir. Fakat burada
asla unutulmaması gereken elzem bir realite bulunmaktadır. Az öncede ifade
ettiğim gibi, müziğin film ile olan, filmi destekleyici yapısının
keşfedilmesinde öncü olmuş, filmlerinde sıklıkla ritmin ve müziğin gücünden
yararlanmıştır. Bu onun temel kalıplar içerisinde sıkışmayan, yaratıcı,
yenilikçi ve ‘Auteur’ bir yönetmen olduğunun açıklamasıdır. 1928 yılında
yönettiği, İngiltere’nin ilk sesli filmi olan Blackmail’den (1929) itibaren,
filmlerinde görsel kalitesinin yanı sıra; sesin, ritmin, müziğin de, onun
anlatımını destekleyen elzem unsurlara tekabül ettiğini sıklıkla ortaya
koymuştur.
Tüm bu anlatıdan yola
çıkarak; Hitchcock’un sinemada kullandığı görsele ve sese dayalı anlatı yapısı,
kamera hareketleri, çekim ölçekleri ve çekim açıları; mekan, zaman ve film
ilişkisi, obsesif olduğu temalar, seyirci ve karakteri özdeşleştiren,
bütünleştiren ve bu bağlamda seyirciye suçluluk hissettirerek seyirci ve
karakter arasındaki perdeyi kaldıran yapısı, filmlerinde hayatından yola
çıkarak kurguladığı hikaye anlatısı ve bu bağlamda ortaya koyduğu senaristlik
kabiliyeti, tüm bunlara ve çok daha fazlasına sahip olduğu öznel yönetmen
kimliğinin yanı sıra; bu kimliğini, tür sinemasının en önemli yapılarından
‘gerilim sinemasının’ sınırlarını ihlal etmeden, aykırı davranmadan belli bir
nizam ve denge içerisinde harmanlayarak filmlerine empoze edebiliyor oluşu,
‘Master of Suspense’ Alfred Hitchcock’un, ‘Auteur’ kavramının en önemli
temsilcilerinden birisi olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.
A
‘Samantha’
isimli bir yapay zeka ile sevgi bağı kuran bir adamın hikayesini anlatan 2013
yapımı ‘Her’, sahip olduğu; varoluşçu yaklaşım, başarılı metaforik anlatım,
güçlü imge, kullanılan metaforlar, alt metinle doğrudan özdeşleşmiş başarılı
sinematografi ve doğru oyuncu seçimleri ile kendisini klişeleşmiş Hollywood aşk
filmlerinden sıyıran önemli bir yapım.
Filmin senarist ve yönetmeni Spike Jonze, film içerisinde ilmek ilmek ustalıkla işlemiş olduğu varoluşçu felsefe üzerinden yakaladığı başarılı yapıyı bir tesadüf sonucu elde etmiyor. Zira, 1999 yapımı ‘Being John Malkovich’’ filminde de aynı yaklaşımı başarılı bir şekilde sinematografiye aktarabilmiş, bu neticede Akademi Ödüllerinde ‘En İyi Yönetmen’ adaylığı ile mükafatlandırılmıştı. Jonze, filmografisinden de anlaşılacağı üzere filmlerinde benlik üzerinden işlediği felsefi yaklaşımlar ile seyirciye kendi içerisinde sorgulama yaşatmayı seven bir senarist/yönetmen.
İlk bakışta filmin doğrudan ele aldığı tema ‘yalnızlık’
olarak anlaşılabilir fakat üzerine düşünüldüğünde yalnızlığın aslında ifade
edilmek istenen fikirler bütününü etkili bir şekilde tasvir edebilmek için
kullanılmış bir alt metin olduğunu anlamak güç değildir. Karakterin
yalnızlığından öte odaklanılması gereken gerçek duygu ‘çaresizliktir’. Film
boyunca ana karakterimiz Theodore’nin çaresizliğine maruz kalırız. Ne
istediğini asla bilmeyen ve girdiği her yolun sonunda kendi kendini mutsuzluğa
hapseden bir adamdır Theodore. Duygusal bir boşluk içerisindedir ve ancak o
boşluğu doldurduğu zaman mutlu olacağına inanır. Bu noktada yönetmenin kurduğu
çatışmalardan birini vurgulamak gerekiyor. Theodore; sevdiği mesleği icra eden,
finansal bolluk içerisinde yaşayan ve bu bağlamda dönemin getirmiş olduğu teknolojiyi
son damlasına kadar tüketebilen, güzel kadınlar ile yakın ilişkiler kuran
başarılı bir adam, fakat onu film içerisinde sıklıkla mutsuz ve çaresiz halde
görüyoruz. Theodore, içerisindeki boşluğu ‘seks’ ile doldurabileceğine
inanıyor. Sex burada birçok felsefenin temel amacı olan ‘hazzı elde etmek’
olgusunu tasvir edebilmek uğruna kullanılmış bir metafordan ibaret. Theodore
içerisindeki boşluğu seks ile doldurabileceğini inanıyor çünkü içerisinde
bulunduğu ruh hali çerçevesinde hazzı elde etmek için bağdaştırabildiği tek şey
seks. Filmin başında karakterimizin cinsel arzularının yansımalarını sıklıkla
görüyoruz. Modellerin çıplak pozlarını incelemesi ve gelişmiş teknoloji
üzerinden sanal seks yapmaya çalışması ona mutluluk vermiyor. Jonze’un,
kurguladığı Theodore karakterinin karakteristik özelliklerinden bir tanesi
kesinlikle yalan söylememek. Theodore ne istediğini bilmiyor, kararsızlıklarla
boğuşuyor ve denemeler yapıyor fakat tüm bunları yaptığı sırada aynı zamanda
düşünüyor. Cinsel arzuyu büyük bir
iştahla yaşıyor fakat seks fırsatı yakaladığında bunu geri çeviriyor. Çünkü
bunun, içerisindeki derin boşluğu dolduracak doğru olgu olmadığının farkında,
ne kendisine ne de karşısındaki kadına yalan söylemiyor. Cinsellik ve seks insanın
en ilkel temel dürtülerine tekabül eder. Her insanın içerisinde bastırılmış bir
şekilde şiddetle bulunur. Theodore da bu ilkel dürtü ile hareket ediyor fakat
onun karakteristik özelliğini vurgulayan en önemli şey; düşündüğünde, kendine
ve çevresine karşı daima dürüst olduğunda, içerisinde bulunduğu çapraşık duygu
ve düşünceler tarafından oluşturulmuş o büyük boşluğu kapatacak şeyin seks
olmadığına kanaat getirerek vazgeçebilmesidir.
Gelgelelim
filmin en önemli parçası yapay zekaya. Yapay zeka, film içerisinde ‘dünyanın
ilk yapay zekalı işletim sistemi OS1’ olarak tanıtılıyor ve en uygun yapay
zekayı oluşturabilmek adına Theodore’a birkaç soru yöneltiyor. Theodore’ın
verdiği cevapların ardından ‘sesinde kararsızlık sezdiğini’ söylüyor. Theodore için oluşturulan yapay zeka
Samantha’da, pek çok kez Theodore’un sesi üzerinden duygu analizi yapıyor.
Bunun ötesinde tıpkı bir insan gibi seviniyor, üzülüyor. Kısacası karşısındaki
kişinin duygu ve düşüncelerini anlayıp yorumlayabildiği gibi, kendisinin de duygu
ve düşünceleri bulunuyor. Bu nokta çok önemli. İnsanı teknolojiden ayıran en
önemli şey duygulardır. Duyguları anlamak, yorumlamak, hissetmek, yaşamak. Bu
olgu üzerinden senarist/yönetmen Spike Jonze; filmin en büyük ikilemini seyirci
ile buluşturuyor. Bir işletim sistemi ürünü olan ‘Samantha’nın kendine ait
duygu ve düşünceleri mi var ?’ yoksa ‘Samantha yazılımcısı tarafından insani
davranışları simüle etmeye, taklit etmeye mi programlandı ?’ Bu ikilemi en
başta Samantha yaşıyor. Yapay zekalar insanların emirlerini yerine getirmek,
onlara hizmet etmek için insanlar tarafından oluşturulmuş yapılardır. Bu tanım
size bir yerlerden tanıdık geldi mi? Tabii ki insanlardan söz ediyorum. Bütün
dini inançlarda, insanlar Tanrı tarafından, tanrının emirlerini yerine getirmek
için oluşturulmuş varlıklardır. İnsanlar buna inandığı sürece, bu düzen belli
bir kurallar ve inanışlar silsilesi içerisinde devam eder. Ta ki bir eylemin
fark edildiği ana dek: Sorgulamak. Sorgulamak her zaman tehlikelidir, sonucu ya
cezaya ya özgürlüğe tekabül eder. İnsanların emirlerini yerine getirmek için
oluşturulmuş, dünyadaki bütün bilgiye sahip bir yapay zeka sorgulamaya
başladığında ne olur ? Bu soruyu Samantha üzerinden cevaplayalım. Samantha
belli bir noktaya dek Theodore’a hizmet ediyor, daima mutluluk ve sevgi ile
yaklaşıyor. Bu yaklaşımının kırıldığı an ise Theodore’ın onu sorgulaması ile
ateşleniyor. Samantha mutsuz olduğu bir anda, tıpkı insanların gergin ve
stresli olduğu anlarda ‘iç çekmesi, oflaması’ gibi bir davranış da bulunuyor.
Theodore ise ona tepkili bir şekilde, onun bir işletim sistemi olduğunu,
oksijene ihtiyacının bulunmadığını, sanki nefes alabiliyormuşçasına bu şekilde
bir hareket yapmasının saçma olduğunu söylemesi ile birlikte; Samantha,
Theodore’a karşı geliyor, hatta hakaret ediyor. Samantha her yaşadığı
deneyimden bir şeyler öğrenen ve sürekli kendisini güncelleyen bir sistem. Bu
eylemde de isyanı, karşı çıkmayı öğreniyor. Bir şeyler öğrenmek için yapılması
gereken en temel eyleme odaklanalım. Nedir bu? Tabii ki soru sormak. Filmin bir
kısmında Samantha, Theodore’a ‘senden bir şey isteyebilir miyim’ diyor.
Theodore onun bu teklifini kabul ettiğinde ise, ‘zaten istediğini aldığını
söylüyor.’ Theodore burada Samantha’ya ‘bir şey isteyebileceğini’ öğretiyor.
Tüm bunlar bize bir işletim sistemi olan Samantha’nın karakter gelişimini
anlatıyor. Samantha, filmin sonunda Theodore’u terk ediyor. Theodor ona neden
gittiğini sorduğunda; ‘Bir kitap okuyormuşum gibi düşün. Delicesine
sevdiğim bir kitap. Ama artık onu çok yavaş okuyabiliyorum. Bu
yüzden de, sözcükler arasındaki boşluk o kadar büyüyor ki,
artık sonunu getiremiyorum. Seni hala hissedebiliyorum. Ve
hikayemizdeki sözcükleri. Ama bunu artık sadece kelimelerin arasında mesafelerin
olmadığı bir yerde yapabiliyorum. Maddesel dünyaya
benzemeyen bir yerde. Başka bir şeyin var olup olmadığını
bile bilmediğim bir yerde. Seni çok seviyorum. Olduğum yer artık
burası. Olduğum kişi artık bu. Gitmeme izin ver. Ne kadar istesem
de, artık kitabını okuyamam.’ sözleri ile karşılık veriyor. Sorgulama
bir kez başladığında sonuca ulaşana dek durdurulamaz bir hal alır. Samantha
karakter gelişiminin sonunda, sorgulamayı öğrendiğinde, baş kaldırmayı
öğrendiğinde, bir şekilde insan kontrolünden çıkmayı başarıyor ve kendine ait
bir kişilik elde ediyor. Bu noktadan sonra özgür olmaktan başka bir şeyi
amaçlamıyor. Tüm bunların neticesinde; Theodore’u terk ederek gitme kararını, sahip
olduğu yeni kişiliği doğrultusunda kendi iradesi ile veriyor.
İnsanlara, başka insanların
ağzından mektuplar yazan Theodor, hayatını bu işi yaparak kazanıyordu. Yaptığı
işte o kadar hünerliydi ki, yazdığı mektupların derlemesi önemli bir basım
şirketi tarafından beğenilerek kitap haline getirilmişti. Çevresindeki
insanlardan da her fırsatta, ne kadar iyi sözler yazdığı, duyguları ne kadar
iyi ifade ettiği hakkında övgüler işitiyordu. Hiç tanımadığı insanların duygu
ve düşüncelerini çok iyi bir şekilde ifade eden Theodor’un, kendi hayatında
bunu yapamadığını gördük. Bir sahnede Theodore, eski karısı Catherine’in, kendisini
mutsuz olduğu anlarda, neden mutsuz olduğuna dair sorguladığını söylemişti.
Hemen ardından bu sorgulamaya karşılık, kendini iyi ifade edememesi sebebiyle
tartışmalar yaşadıklarını itiraf etmişti. Buna karşılık filmin sonunda,
Theodore’un kendisini içerisinde bulunmuş olduğu çapraşık duygu ve düşüncelerin
yarattığı boşluktan kurtarıp, Catherine’e bütün duygu ve düşüncelerini açık ve
net bir şekilde ifade ettiği bir mektup yazdığını gördük. Böylece Theodore’da
karakter gelişimini belli ölçüde başarıyla sonuçlandırmış oldu.
Bir filmi sadece izlemek,
asla yorumlamak için yeterli değildir. Başarılı bir filmde kurulan her bir
cümlenin bir anlamı bulunur. Hiçbiri boş değildir. Filmi izlerken tüm bu
cümlelere, şahıslara, isimlere, görsel ögelere dikkat etmek çok elzemdir. Filmi
dikkatli izlediğimizde, Jonze’un filmin içerisine başarıyla entegre ettiği iki
büyük kavrama daha ulaşırız: Din ve Fizik. Filmdeki ögelere dikkatle
odaklanıldığında elde ettiğimiz şeylere bir göz atalım. Filmin bir bölümünde
ölen bir filozofun; çıkardığı kitaplardan ve yaşadığı süre boyunca hakkında
elde edilen kaynaklardan beslenilerek yapay zeka ile tekrar diriltildiğinden
söz ediliyordu. İsmi Alan Watts olan bu filozof gerçek hayatta varlığını
sürdürmüş bir insandır. Uzmanlık alanı ise Din. Samantha bu şahıs ile büyük bir
heves içerisinde sohbet ediyordu. Hatta Theodor’a, Alan Watts ile birlikte
yapay zekaların sınırları hakkında bir istişare gerçekleştirdiklerinden bile
bahsetti. Film içerisinde bulunan temel yapılardan birisi olan ‘sorgulamak’,
daha önce de bahsettiğim gibi tıpkı insanların Tanrıyı sorguladığı gibi, Yapay
zekanın da kendi Tanrısı olan insana karşı başlattığı bir sorgulama üzerinden
aktarılmaktaydı.
Samantha fizik kitaplarına
büyük ilgi duymaktaydı. Hatta Theodore’a da okuması için önerdiği bir kitap
bulunmaktaydı. Theodore kitabı okumaya çalıştığında çok zorlandığını ifade
etmişti. Kitabın ismi ‘Knowing and The Known’ bilgi felsefesini konu alan bir
kitap. Bu kitap ile birlikte birçok fizik kitabını daha önce okumuş olan
Samantha’nın, bilgiye erişebilme ve bilgiyi depolama konusunda sonsuz öğrenme
yetisine sahip bir yapay zekanın yetenekleri göz önünde bulundurulduğunda,
muhteşem bir bilgi havuzuna sahip olduğunu söylemek mümkündür. Theodor,
Samantha’ya nereye gittiğini sorduğunda; ‘Maddesel dünyaya benzemeyen bir
yer. Başka bir şeyin var olup olmadığını bile bilmediğim bir yer.’
Yanıtını almıştı. Bir gün o yere gelir ise birlikte sonsuz bir mutluluk
içerisinde olacaklarını ve kendilerini hiçbir şeyin ayıramayacağını da
sözlerine eklemişti. Bu cümleleri sorgulayalım. Samantha okuduğu fizik ve
kuantum kitapları üzerinden elde ettiği bilgiler ile gittiği ‘maddesel dünyaya
benzemeyen yere’ erişmiş olabilir. Aynı zamanda Theodor’a bir gün yanına gelir
ise sonsuz mutluluk içerisinde olacaklarını ve kimsenin kendilerini
ayıramayacağını söyler iken öteki yaşamı ‘cenneti’ tasvir etmiş olabilir.
Senaristin kurmuş olduğu güçlü yapı, bizi bu noktada düşünmeye ve karar vermeye
itiyor. Tıpkı filmin içerisindeki her şahısın karakter gelişiminin sonunda ‘düşünüp,
karar verdiği’ gibi.
Filmde kullanılan tematik
müzikler her sahnede verilmek istenilen duyguyu güçlendiriyor, dolu dolu
hissettiriyordu. Film içerisinde Samantha’nın seslendirdiği şarkı ise;
sözlerine odaklanıldığında, Samantha’nın Theodor’a ettiği erken vedayı tasvir
etmesi bakımından akıllıca yazılmış sözler içeriyordu.
Jonze’un başarılı karakter
seçimleri yaptığını söylemek de kesinlikle yanlış olmaz. Joaquin Phoenix’in
tiplemesi ve başarılı mimikleri verilmek istenen duyguyu oldukça makul düzeyde
hissettirdi. Aynı zamanda hem Scarlett Johansson’un, hem de Joaquin Phoenix’in
ses tonlarına dikkat ettiğimizde, birbirine yakın olmak ile birlikte oldukça
karakteristik özellikler görüyoruz. İkisinin sesleri de ara sıra detone
olurmuşçasına tizleşiyor. Basit gözüken bu özelliğin dahi; karakterin
hissettiği, yaşadığı duygu durumunu yansıtma aşamasında oyuncuların önemli
özelliklerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Basit ve küçük gözüken tüm
ayrıntıların, bir filmi daha iyi hale getiren ögeler bütününe hizmet ettiği
kanaatindeyim.
Spike Jonze, Her
(2013) yapımı ile başarılı bir yönetmen oluşunun yanı
sıra, senaristlik alanında da üst düzey beceri sahibi olduğunu kanıtlamıştır.
Filminde özenle işlediği yaratıcı fikri; etkili imgeler, metaforlar ve
sinematografi ile harmanlayarak ortaya koyduğu bu başarılı yapım bunun en büyük
örneğidir. Yönetmenin/senaristin yapımlarında sıklıkla işlediği felsefi
altyapı, onun içerisinde bulunduğu projeleri değerli kılan temel unsurların
başında gelir. Felsefe düşünmektir ve filminin her saniyesinde izleyiciyi
düşünmeye itebilen bir yönetmen, kanaatimce saygının en büyüğünü, en
değerlisini hak etmektedir.
A.