Gerilim Sinemasının Dahi İsmi: Alfred Hitchcock ve Sinemasına ‘Auteur’ Kavramı Bağlamında Eleştiri

 



 Eleştirinin (critism) doğasında popülariteden, sıradanlıktan uzaklık yattığına inanırım. Bu yargım ilk bakışta gelişigüzel bir genelleme, inandırıcılıktan uzak bir basitlik olarak algılanabilir fakat bu inanışımı dayandırdığım çok güçlü bir olgu, bir tespit bulunmaktadır.

 Film türleri, sinemanın doğuşundan kısa bir süre sonra beyaz perdede kendilerine yer bulmayı başarmışlardır. Üstelik sinemanın hem etkili bir anlatım sanatı olarak gelişim sürecinde, hem de ticari olarak kalkınmasında çok büyük rol oynarlar. Fakat buna karşılık, ‘film eleştirisi’ alanında incelemeye değer bulunmaları, oldukça uzun bir zaman almıştır. Oldukça garip değil mi? Büyük bir üstat olarak nitelendirdiğim, fikir ve görüşlerinden büyük ölçüde etkilendiğim ve fikir ve görüşlerimi, söylemleriyle büyük ölçüde bağdaştırabildiğim hocam Sayın Zafer Özden, bu durumu şöyle açıklıyor: ‘’Tür filmlerinin eleştirel alana girmesindeki gecikmenin en belli başlı nedeni, Yüksek Sanat geleneğine bağlı olan eleştirmenlerin tür filmlerini yeterli estetik niteliklere sahip filmler olarak görmemeleri olmuştur. (Özden, Film Eleştirisinde Temel Yaklaşımlar ve Tür Filmi Eleştirisi, sf. 213)’’

 Bu yazımda, tür sinemasının eleştirmenler tarafından fark edilmesinde çok büyük önem sahibi olduğunu düşündüğüm ‘auteur’ kavramı çevresinde, tür sinemasının görmezden gelinemeyecek kadar önemli ve büyük bir bölümüne hizmet eden Gerilim Sinemasının en büyük temsilcisi, Auteur Yönetmen Alfred Hitchcock’u ve filmlerinde uyguladığı ‘auterist’ tavrı eleştireceğim.

 

 Hitchcock ve yapımlarını ‘auteur’ ile bağdaştırmadan önce, ilk olarak bahsi geçen ‘auteur’ kavramı hakkında bilgi vermenin esas olduğunu düşünüyorum. Bu kavram halk tarafından sıklıkla bilindiği gibi, ‘çok ünlü yönetmen’, ‘çok iyi yönetmen’ veya ‘farklı yönetmen’ ibareleri ile açıklanmaktan çok uzaktır. Evet, çok iyi ve ünlü bir yönetmen ‘auteur’ olabilir. Veyahut, kendisini diğer meslektaşlarından sinemasal yetenekleri ile ayrıştırmayı başarmış bir yönetmen de ‘auteur’ olabilir fakat tek başına bunların hiçbiri yeterli değildir. ‘Auteur Yönetmen’ ünvanı; aslında bir nizamın, dengenin, çok yönlülüğün, öznelliğin ve sadakatin ürünüdür. Bu söylemlerimin ilk etapta akıllarda soru işareti bırakma ihtimaline karşılık, yüzeysellikten sıyrılıp biraz daha derinlemesine bir anlatım üslubuna geçeceğim. Burada ‘sadakat’ ile tasvir ettiğim anlam, ‘auteur’ yönetmenlerinin ‘auteur’ olma gerekliliklerinden ve hatta görevlerinden bir tanesinin, ‘bir tür sinemasına hizmet etmek’ olmasıdır. Tür sinemasına hizmet eden yönetmen, aynı zamanda filminin; yönetmenlik, senaristlik, kurgu, sanat vb. filmle ilişkilendirilebilecek bütün önemli adımlarında söz sahibi olmalıdır. Bu, yönetmenin az önce bahsetmiş olduğum ‘çok yönlülüğüne’ tekabül eder. Kendi fikir ve görüşlerini, inanışlarını, takıntılarını, arzularını, biçimsel ve sanatsal bütün sinemasal kaygılarını filmine başarılı bir şekilde empoze eden ‘auteur’, ‘öznellik’ kavramına da bu ölçüde açıklık getirmeyi başarır. Az önce bahsetmiş olduğum kavramlardan henüz açıklamadığım ‘nizam’ ve ’denge’ ise ‘auteur yönetmeni’ açıklama hususunda en etkili olduğuna inandığım, birbirinden ayrılmaz bir kavramlar bütünüdür. ‘Öznellik’ ifadesi altında açıklamış olduğum yönetmen, bu özelliklerini filmine empoze ederken muazzam bir denge ve nizam sağlaması gerekir. Aşırılığa kaçması, onu bağlı olduğu tür sinemasından uzaklaştırarak ‘auteur’ olmaktan da uzaklaştırır. Sadeliğe bürünmesi, belki onu bağlı olduğu tür sinemasına hizmet etme hususunda onaylar fakat diğer meslektaşlarından kendini ayrıştıracağı, tabiri caizse ‘fark yaratacağı’ o yapıyı kaybetmesine neden olur. Dolayısıyla hem benimsediği tür sinemasına hizmet eden tavrını koruması, tür sineması kalıplarının dışına çıkmaması; hem de fikir ve görüşlerini, biçimsel ve sanatsal sinema tavrını filmine empoze ettiği yapıda başarılı olması, diğer yönetmenlere kıyasla ayrışması, fark yaratması gerekmektedir. Tüm bunları başaran yönetmen, ‘Auteur’ ünvanının sahibi olur. Tıpkı kendinden yıllar sonra dahi, adını ve ünvanını koruyan, sinemayı ve sanatı geliştiren, geleceğe ve tür sinemasına ışık kaynağı olan ‘Master of Suspense’ namı ile ün salmış Hitchcock gibi…

 Hitchcock’un yapımlarında sıklıkla işlediği, yönetmen kimliğini yansıtan, filmlerine empoze ettiği belli başlı tema ve olgularını, Hitchcock’un yapımları çerçevesinde örneklendirerek anlatmak; onun ‘Auteur’ kavramı ile ne ölçüde uyum sağladığının anlaşılır kılınmasına olanak sağlayacaktır. Röntgencilik, suçluluk, gözetlemek, sapkınlık, kadın düşmanlığı onun filmlerinde sıklıkla kullanmayı tercih ettiği popüler temalarıdır. Müziğin, onun sinemasını tasvir etmek, hatta ve hatta yükseltmek adına kullandığı en temel yapılardan birisi olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Bernard Herrmann ile iş birliği halindedir, Herrmann’dan istediği tınılar; korkuyu, gerilimi, beklenmeyen gelişmeyi tasvir etmesi ile birlikte; romantizmi ve arzuyu da seyirciye hissettirir. Hitchcock’un filmlerinde benimsediğini iddia ettiğim bu temel yapıları, Hitchcock’un 91 yıllık yaşamı boyunca ürettiği 56 uzun metraj filmi üzerinden örnekler ile ilişkilendirmek, onun ‘Auteur’ kavramına uyumunu ölçmemiz bakımından elzemdir.

 Shadow of a Doubt (1943) filminde gördüğümüz kadın düşmanı ‘Uncle Charlie’, Frenzy’de (1972) gördüğümüz kadınlara tecavüz edip onları öldüren meyve satıcısı ‘Robert Rusk’, Psycho (1960) filminde gördüğümüz Norman Bates ve duşta geçen meşhur kadın cinayeti ve aynı temaya hizmet eden daha onlarca örnek sayılabilir. Hitchcock’un filmlerinde, izleyiciyi tek bir karakterin perspektifine hapsedip, olayları onun bakış açısından görme fırsatı sunan; röntgenci ve gözlemci bir yapı da bulunmaktadır. Rear Window (1954), Lifeboat (1944), Rope (1948) yapımları bu yapının en önemli örnekleridir. Rear Window’da, kamera bakış açısını sadece Jimmy karakterinin perspektifiyle sınırlandıran Hitchcock, izleyiciyi karakterin sahip olduğu özellikler ile özdeşletirmeye zorlar. Bunlardan en temeli röntgenciliktir. Seyirci film boyunca, Jimmy’nin perspektifine öylesine maruz bırakılır ki, filmin sonunda kendisini ahlaki bir huzursuzluk içerisinde hissetmesi kaçınılmazdır. Bu örnekler, onun filmlerinde söylemde bulunduğum temalar bağlamında kullandığı çekim ölçekleri ve kamera açılarını da açıklar. Tüm bunlar o dönem sinemasında Hitchcock’a mahsus ve özneldir. Onu İngiltere’nin en büyük yönetmeni yapan, gerilim ve korku sineması bağlamında tür sinemasını ölümünden yıllar sonra dahi geliştirmesine olanak sağlayan temel faktör de bu öznelliği, meslektaşlarından sıyrılarak ortaya koyduğu yenilikçi tavrıdır. Onun sinemasında sahibi olduğu ‘Master of Suspense’ unvanından da anlaşılacağı üzere, her an her dakika karşı koyulamaz bir gerilim bulunmaktadır. Daha önce örneğini vermiş olduğum Shadow a Doubt (1943) filmindeki, ünlü aktör Joseph Cotten tarafından canlandırılan ‘Uncle Charlie’ bütün psikopatlığına, gerginliğine, kadın düşmanlığına rağmen film boyunca tek bir kişiyi dahi öldürmez, yani bir katil değildir. Fakat buna karşılık film boyunca izleyicide gerginlik yaratmayı, dehşete düşürmeyi büyük bir ustalıkla başarır. O dönem, hatta günümüzde korku ve gerilim sinemasında ortaya koyulan katil-dehşet ilişkisi düşünüldüğünde, bu denklemde ‘katil’ yapısından uzak olmayı başarıp, dehşeti sonuna kadar seyirciyle buluşturması; Hitchcock’u, sinema tarihi boyunca diğer meslektaşlarından ayırarak ‘auteur’ kavramı ile bağdaştıran sayısız örneklerden sadece tek bir tanesidir.

 Hitchcock’un; Rear Window (1954), Dial M For Murder (1954), The Rope (1948), Lifeboat (1944) gibi yapımlarında görülen ‘tek mekan’ sınırlaması; seyirciyi karakterlerin perspektiflerine hapsetme, seyircinin karakterlerle kendini özdeşleştirmesi ve buna bağlı olarak karakterin yaptığı davranışlardan suçluluk duyması, tüm bu yapıyı destekleyecek, sıkıştırıcı fakat; detaylı gözleme, röntgene ve takibe dayalı kamera hareketleri ve çekim açıları onun ‘auteur’ kavramı bağlamında ifade edebileceğimiz öznelliğini, yaratıcılığını ve farkını ortaya koyan özellikler silsilesinin devamıdır.

 Müziği ihmal etmemenin, müziğin anlatıma sunduğu büyük katkının bilincinde olan, ve bu bilinci filmlerine empoze ederek kendisinden sonra gelen bütün sinema yapımlarına ışık tutan Hitchcock; yaşamı boyunca sıklıkla çalıştığı ünlü besteci Bernard Herrmann’ın tınılarını, film anlatımını desteklemek için kullanmıştır. Müzik kullanımının anlatımı şahlandırdığı, gerilimi doruğa ulaştırdığı bu yapı, Hitchcock’un Waltzes from Wienna (1934) adlı şahaserinde farkına vardığı, ve hemen hemen bütün filmlerinde kullandığı müzikal bir anlatımdır. Waltzes from Wienna, film ve müzik arasındaki yeni ilişkiyi araştırması, dahası bu araştırmanın etkili sonucunu gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Bu keşfediş, şahsi fikrimce Hitchcock’un Vertigo yapımında, Bernard Herrmann’ın yarattığı efsanevi film müziğiyle doruk noktasına ulaşarak; müziğin, kurguya dolayısıyla filme ve filmin desteklediği anlatıma olan etkisini, yükseltici biçimde gözler önüne sermiştir.

 Hitchcock’un, filmde görselliğin gücüne dayalı ayrı bir obsesifi olduğunı ifade etmenin de yanlış olmadığı kanaatindeyim. Nitekim o, sessiz sinemaya dayalı bir film endüstrisinin içerisinden gelmiş, sağlam gözü ve hayal gücü olan önemli bir yönetmendir. Sessiz sinemadan önce görsel yapının baskınlıkla önde olduğu bu yapı üzerinde icraat gösteriyor oluşu, onun kariyerinin devamında ürettiği yapımlarda da görselliğin ön planda olmasına sebebiyet vermiştir. Fakat burada asla unutulmaması gereken elzem bir realite bulunmaktadır. Az öncede ifade ettiğim gibi, müziğin film ile olan, filmi destekleyici yapısının keşfedilmesinde öncü olmuş, filmlerinde sıklıkla ritmin ve müziğin gücünden yararlanmıştır. Bu onun temel kalıplar içerisinde sıkışmayan, yaratıcı, yenilikçi ve ‘Auteur’ bir yönetmen olduğunun açıklamasıdır. 1928 yılında yönettiği, İngiltere’nin ilk sesli filmi olan Blackmail’den (1929) itibaren, filmlerinde görsel kalitesinin yanı sıra; sesin, ritmin, müziğin de, onun anlatımını destekleyen elzem unsurlara tekabül ettiğini sıklıkla ortaya koymuştur.

 

 Tüm bu anlatıdan yola çıkarak; Hitchcock’un sinemada kullandığı görsele ve sese dayalı anlatı yapısı, kamera hareketleri, çekim ölçekleri ve çekim açıları; mekan, zaman ve film ilişkisi, obsesif olduğu temalar, seyirci ve karakteri özdeşleştiren, bütünleştiren ve bu bağlamda seyirciye suçluluk hissettirerek seyirci ve karakter arasındaki perdeyi kaldıran yapısı, filmlerinde hayatından yola çıkarak kurguladığı hikaye anlatısı ve bu bağlamda ortaya koyduğu senaristlik kabiliyeti, tüm bunlara ve çok daha fazlasına sahip olduğu öznel yönetmen kimliğinin yanı sıra; bu kimliğini, tür sinemasının en önemli yapılarından ‘gerilim sinemasının’ sınırlarını ihlal etmeden, aykırı davranmadan belli bir nizam ve denge içerisinde harmanlayarak filmlerine empoze edebiliyor oluşu, ‘Master of Suspense’ Alfred Hitchcock’un, ‘Auteur’ kavramının en önemli temsilcilerinden birisi olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.

 

A


 

 

 

 

 

 

 

 



0 comments:

Yorum Gönder